The Brutalist: Bir Amerikan Rüyası’nın Çürüyüşü
Bağımsız Amerikan ve Avrupa yapımlarında (Funny Games US, Melancholia) dikkat çeken performanslar sergileyen Brady Corbet, oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yaparak, üçüncü filmi The Brutalist ile izleyicilerin karşısına çıkıyor. Bu film, 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudi mimar Laszlo Toth’un toplama kampından kaçışını ve Amerikan topraklarına göç edişini, ardından düşlediği “Amerikan Rüyası”nın peşine düşüşünü ele alıyor. 1942-1952 yıllarını kapsayan “Varmanın Gizemi” başlıklı açılış sekansında, Laszlo’nun geminin ambarında geçirdiği kaotik yolculuğun ardından karanlıktan aydınlığa çıkarken, Özgürlük Heykeli’ni baş aşağı görmesi, bu rüyayı çürüten bir metafor olarak karşımıza çıkıyor.
VAHŞİ KAPİTALİZMİN KÖLELERİ
Bu görüntü, Laszlo’nun zamanla anlayacağı üzere, onun “Amerikan Rüyası”nı sorgulamasını sağlayacak bir simge niteliğindedir. Kuzeni Atilla’nın yanına umutla giden Laszlo, beyaz ırkçı Katolik milyarder Harrison Van Buren’e minimalist bir kitaplık kurarak yeni bir başlangıç yapma umuduyla yola çıkar. Ancak, Atilla’nın Amerikalı karısı tarafından kovulunca her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalır. Karısı Erzsebet ile kuzeni Zsofia’yı geride bırakan Laszlo, bir an önce onlara kavuşmayı arzularken, Goethe’nin Faust eserindeki gibi ruhunu Van Buren’e satar. Yolculuk sırasında uğradığı bir darbe nedeniyle uyuşturucu kullanmaya başlayan Laszlo, umutsuzluk ve güvensizlik krizleri yaşamaya başlar. 1950’lerin ırkçı ve Yahudi karşıtı atmosferinde Laszlo, toplumda istenmeyenlerin en başında yer almaktadır.
İkinci bölüm olan “Güzellik Çekirdeği” (1953-1960) ise Laszlo’nun karısına ve kuzenine kavuştuğu, dolayısıyla mutlu olduğu bir dönemi betimlemektedir. Ancak, tekerlekli sandalyeye mahkûm olan Erzsebet ve derin sessizliğe bürünmüş Zsofia, yeni çevrelerini ve liberalizmi reddederler. Van Buren’lerle Toth’lar arasında tahammül dolu bir ilişki gerçekleşirken, Van Buren’ler yatırım yaparken Toth’u köle gibi kullanmaktan geri durmazlar. Laszlo, minimalist mimarinin öncülerinden biri olmasına rağmen, projelerini tamamlamak için çeşitli ödünler vermek zorunda kalır. Savaş travmalarını, karısına duyduğu aşkı ve dinine olan bağlılığını sürdürürken, vahşi kapitalizmin ve kültürel özümsemenin engelleriyle boğuşarak, patron-sanatçı ilişkisi içindeki dengesizliği hisseder. Faşizmin elinden kurtulmuş ama kapitalizmin kıskacına yakalanmıştır.
MODERN TOPLUMUN İZDÜŞÜMÜ
Dew Hancock’ın yönettiği usursuz rkadaş, psikolojik gerilim türünün bilinen kalıplarını alt üst ediyor. Bilim kurgu ve korku ögelerini ustaca harmanlayan Hancock, insan doğasının derinliklerine inerek, yapay zekâ çağında duygusal ilişkilerin ne denli yüzeysel ve vasatlaştığını gözler önüne seriyor. Güzel İris, erkek arkadaşı Josh ile tanıştığı ve onu öldürdüğü günün, hayatındaki en mükemmel iki gün olduğunu ifade ederek, hayatta kalma öyküsüne giriş yapıyor. 21. yüzyıldaki kadın-erkek ilişkilerine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan yönetmen, insan türünün karmaşık yapısını engelleyen sadelik ve yeterlik arayışının tehlikelerini vurguluyor. Varoluş, hayatta kalma, özgür irade, bilinç ve açgözlülük gibi temaları sorgulayan usursuz rkadaşta, The Hereticte izlediğimiz Sophie Thatcher ile Jack Quaid’in performansları ise dikkat çekici bir başarı sergiliyor.